8 Ağustos 2015 Cumartesi

İlk mimim!: Eğer ilaç olsaydınız hangi ilaç olurdunuz?

Merhabalaaarrr~! Bu sefer bir mim ile karşınıza gelmiş bulunmaktayım. Evet, haklısınız, ilk mimimi aldım!! Nabrut  sağolsun mimlemiş beni. Pek de ilginç bir mim. “Eğer ilaç olsaydınız hangi ilaç olurdunuz? Endikasyonlarınız ve yan etkileriniz neler olurdu?”
Hımm... Düşüneyim bakalım…

Bir ilaç olsaydım;
Sanırım ağrı kesici olurdum.

Endikasyonlarım;
İnsanlara acılarını yanımda oldukları süre boyunca hissettirmezdim.  Ama bu acı çekmedikleri anlamına gelmez tabii. Sadece hissetmezlerdi. Ayrıca fazlaca da güldürürdüm.

Yan etkilerim;
Gülme sebebi ile yüzde ve karında oluşan şiddetli kas ağrıları, yüzde kırışıklık ve kırışıklık yüzünden çabuk yaşlanma. Ayrıca bağımlılık da yapar.



Reçeteli satılırdım. İlacın kutusu oldukça sade ve itici olurdu herkes almasın diye.  Lakin içini açtığınızda çok şaşırırdınız ve  ilaçlardaki renk cümbüşüne doyamazdınız. Çok kişi kullanmazdı ama kullanan insanda ileri boyutta bağımlılık yapardım.

Bilmiyorum böyle bir ağrı kesici var mı ya da varsa da adı ne? :D Bilen varsa bana bildirsin lütfen:D

Ben de bu mimi Moristanbul’a  gönderiyorum.


Sen hangi ilaç olurdun? Endikasyonların ve yan etkilerin neler olurdu?

23 Temmuz 2015 Perşembe

Bir Teşekkürüm Var!

Yine gecikmiş bir yazıyla merhabalar diye klasik bir başlangıç yapmak geliyor içimden. Ama yapmayacağım. *İyi ki yapmadım:D* Bir gün gecikmiş yazılı başlangıçlar yazmak zorunda kalmadığım bir blog yazısı yazabilmeyi umut ediyorum.  Şu sıralar üzerimde geçici olarak “evimin hanımı” olmak gibi kocamaaan bir yük var da :/ Blog yazmayı bırakın başımı kaşımaya vakit bulamıyorum dersem abartmış olmam asla. Mesela bu yazıyı kaç gün üst üste yazmaya niyetlenip de ancak şimdi yazmaya vakit bulabiliyorum. Bundan dolayı geçikmiş bir teşekkür olacak bu yazıda~

Nabrut!! Beni duyabiliyor musuuun?

Ve teşekkürüme başlıyorum~
Blog açma konusu üzerinde karasızca düşen ben, Nabrut sayesinde bir cesaret açtım. Teşekkürler!
“Açsam ne yazacağım ki?” diye düşünürken, Nabrut bana herşeyi yazabileceğimi gösterdi. Teşekkürler!
Her zaman çekilişlerde nasipsiz olduğuma inanmışken çekilişin bana çıkması bana “Bloğunu güncel tutmalısın!” mesajı verdi ve cesaretlendirdi. Teşekkürler!
Sürekli kararsızlığımdan dolayı seni uğraştırsam da, sabırla karşılık verdin. Teşekkürler!
Sadece header ve gadgetla kalmayıp, ayrıca bloğumun düzenlemesini de yaptın. Teşekkürler!
Ve son olarak dizi izleyeceğin o değerli vaktini bana ayırdın. En çok buna teşekkürler! :D  Bu konuda asla vicdan azabı çekmedim(!) :D


Bir dahaki blog güncellememi en yakın vakitte yapabilmeyi umarak yazımı burada sonlandırıyorum.
Hoşça kalın~!




15 Temmuz 2015 Çarşamba

Tarık TUFAN: Edebiyat Bize Ne Eder?

Gecikmiş bir yazı ile merhabalar~! Ben her zamanki gibi evden dışarı çıkmamaktan şikayet ediyordum ki, arkadaşım Beyazıt’ta bir kitap fuarı olduğundan bahsetti bana.  Ben de “Kitap fuarı mı? Aaa ne güzel, gidelim hemen!” dedim  doğal olarak. Çünkü arayıp da bulamadığım bir fırsattı bu. Madem gidiyoruz imza günlerini araştırmalıydık tabii ki de! Üşengeç bir Nunyoca sürekli erteleye erteleye de olsa sonunda etkinlik takvimine ulaştı ve baktığı anda gözleri parladı. Çünkü Tarık Tufan söyleşisi vardı! Tabii ki de kaçıramazdım, kaçırmadım da. Pek sevgili arkadaşımı da peşimden sürükleyerek düştüm yollara. Söyleşi saat 18.00-19.00 arasındaydı ve imzanın da söyleşiden sonra olacağını düşünüyordum. O vakte kadar fuardan alışverişimizi yaparız biz de, dedik. Ta ki Tarık Tufan’ın Profil Yayınları standının önünde imza verdiğini söyleyen anonsu duyana kadar.  Hemen oraya giderek sıraya girdik. Ve kitaplarımı imzalattım sonunda!! Yazar imzalarken bir yandan da okurlarıyla sohbet ediyordu ve fotoğraf çekimi taleplerini de reddetmiyordu. Sohbet esnasında yazara merak ettiğim bir soruyu sordum: Neden Anna, dedim. “Başka bir isim değil de neden Anna?” Yazar güldü ve bunun herhangi bir özel nedeni olmadığını, duruma göre öylesine geliştiğini söyledi. Fotoğraf ve imza aldıktan sonra söyleşiyi beklemeye koyulduk…



Söyleşinin konusu “Edebiyat bize ne eder?” idi. Evet, “Edebiyatın insan hayatına etkileri nelerdir?” değil, “Edebiyat bize ne eder?”. Yani; bu kadar roman, hikâye,  şiir, öykü okuyor ve yazıyoruz. Peki, bunun bize ne faydası var? Neden yazmak ve okumak ihtiyacı duyuyoruz?
Bu soru hakkında neleri mesele etmemiz gerektiğini öğretir, hayatımızı sürdürürken daha çok dikkatli oluruz ve olaylar karşısında zihnimizde daha farklı şeyler canlanır, bizi hayatla yüzleştirir, acılara dayanıklı hale getirir, bize yeni sorular sorabilme ihtimalini ortaya çıkarı gibi cevaplar verdik. Ama konu biraz kapsamlı olduğundan farklı şeylerden bahsederek de bu konuya gönderme yaptık.
Yazar kendisine sürekli “Neden hep onlara bakıyorsun?” diye sorulduğundan bahsetti. Şayet daha önce Tarık Tufan okuduysanız daha çok içe dönük kişilikleri ve hayatın gerçekçi, acıtan yanlarını gözler önüne serdiğine hatta bununla yetinmeyip yaralarınıza tuz basarcasına size acı çektirdiğine şahit olursunuz. Tufan bu konu hakkında “Çünkü onlara bakıyorum, onlar dikkatimi çekiyor. Bu belki okuduklarımdan da kaynaklanıyor olabilir. Dostoyevski, Kafka, Peyami Safa gibi yazarları okuyorum ve ister istemez ben de onlar gibi yazıyorum” dedi ve sonradan gülerek “Tabii ki de onlar gibi güzel yazmıyorum. Bir Dostoyevski,  bir Kafka tabii ki de değilim. Sadece aynı yöne bakıyoruz.” dedi :)

Edebiyatla meşgul olan insanların birinin yüzüne baktığında herkes gibi sadece bakmayıp, aynı zamanda birçok şey okuyabileceğinden bahsetti. Ayrıca buna kendi hayatından birkaç örnek verdi.
Pek bir ünlü Mevlana hikâyelerinden olan Çinli ve Bizanslı ressamların hikâyesinden bahsetti ama hikâyeyi tam olarak anımsayamadığından dolayı orada bulunan bir beyefendiden yardım aldı:) Edebiyatın da bu hikâyedeki parlatılmış duvar gibi olduğunu, asıl olanı daha güzel yansıttığından bahsetti. Hikayeyi bilmeyenler ve tekrar okumak isteyenler için tık tık..

Böyle bir konu hakkında konuşmuşken günümüz sorunlarına değinmemek olmazdı. Günlük yaşantımızda büyük etkisi olan reklamların birinde geçen “Bu devirde kim kime 20 lira verir?” sloganını aslında “Bu devirde nasıl olur da kimse kimseye 20 lira vermez?” olarak değiştirmemizi ve keza tüm iyilikleri “Kim kime” kalıbıyla hayatımızdan uzaklaştırdığımız ve sonra da kaybettiğimiz gerçeğini belirterek bizi vicdanımızla baş başa bıraktı. Çok da haklıydı. Aileler bile artık çocuklarına “Kim kime” kalıbıyla nasihat etmeye başladı. Böylece,  karşılık beklemeden sadece Allah rızası için yapmamız gerekenlerden, iyilik yapmak fiilinden koşar adımlarla uzaklaşıyoruz. Ve bir gün bunlara veda edeceğimiz korkusu aldı yüreğimi gidiyor.

Takdir edersiniz ki günümüz sorunları demişken sosyal medyaya değinmeden olmaz. Hepimiz görüyoruz gerek Instagramda,  gerek başka sosyal mecralarda yığınla kitap fotoğrafları dolaşıyor. “Peki, ortada gerçekten görüldüğü kadar okuma çabası var mı?” Tufan bu soruyu sorarak tekrardan düşündürdü bizi.  Cevap hayır. “Artık bu da gösterinin bir parçasına dönüştü. Okumak, içimizde bizi buna muhtaç edecek bir yarayla ilgilidir. Ama son günlerde kariyer planları arasına dahil oldu. Bir eylemin sonucunu farklılaştıran şey niyettir ve niyet bizim bireysel olarak hakikate ulaşmamıza imkan sağlar. “ dedi.



Ayrıca pragmatizme de değindik. Pragmatizm; Amerikalı William James tarafından ortaya çıkarılan bir düşünce biçimidir. Pragmatizmin temel ilkesi şudur: Bir şeyin değerini belirleyen şey, onun ne işe yaradığıdır. Amerika hayatını bu düşünce üzerine kurar. Ve yazarın da dediği gibi; bu düşüncenin Amerika’da ortaya çıkması da tevafuk değil. Temel soru şudur: “Ne işe yarayacak?” Ama aslında önemli olan onun ne işe yaradığından ziyade, onun bizde meydana getirdiği değişikliklerdir. Bizde bir değişikliğe sebep oluyor mu, kalbimizi farklı bir hâle sokuyor mu… Dahası, kalbimizi çarptırıyor mu? Asıl sorulması gereken sorular bunlardır.

Günümüzün ya da tabiri caizse “modern zamanlar” ın diğer bir sorunu olan anlam kaybından konu açıldı. Tufan” Basılan kitap sayısı artıyor ama ortada edebi eser yok. Konuşan insan sayısı artıyor ama ortada bir fikir yok. İletişim kurabileceğimiz alanlar müthiş bir hızla arttı ve artmaya devam da ediyor fakat tüm bunlar olurken anlamı kaybediyoruz. Hakikat derdi ortadan kayboldu. İnsanlar kavga ediyorlar fakat nedenini bilmiyorlar. Sadece nefret ediyorlar.” dedi. Haklıydı yazar. Keşke haklı olmasaydı.

Ve konu nereden açıldı pek hatırlayamasam da Süleyman Çelebi’nin Mevlîd’inden bahsetti yazar. “Süleyman Çelebi öyle bir şey yazmış ki, başka bir şey yazmasına gerek yok. Öyle bir şey ki ne yapsak onu okuyoruz. Bir bebek dünyaya gözlerini açtığında, sünnetlerde, düğünlerde, ölümlerde… Bu listeyi çoğaltabiliriz. Yani bizim en önemli anlarımıza şahitlik etmiştir. Ben mevlîd gibi bir cümle kursam ikinci bir cümleyi asla yazmam!” diyerek bir kez daha ne kadar harika bir eser olduğunu hatırlattı bize.



Böylece bir saatlik bir söyleşide bile bu kadar konuya değindik. Çok zevk aldım ve verimli buldum. Normalde seminerlerde vs not tutma alışkanlığı olan ben, o gün not defterimi evde unutmuştum! Oysaki evden çıkarken düşünmüştüm ne unuttum diye.  Genellikle unutmamış olurdum ama o gün unutmuştum işte. Neyse ki arkadaşım kurtardı beni. Böylece çok güzel notlar alabildim. Notlarım yardımıyla yazdığım bu yazıyı sıkılmayın diye olabildiğince kısa tutmaya çalıştım ama pek başaramadım sanırım:D Yazarken yazarın söylediklerini ve benim -dayanamayarak- eklediğim düşüncelerimin ayırt edilebilir olmasına dikkat ettim. İnşAllah öyle de olmuştur^^ Yorumlarınızı bekliyorum:) Hoşça kalın~!


27 Haziran 2015 Cumartesi

Kitap Yorumu: Kürk Mantolu Madonna

Merhaba~! İlk kitap yorumum ile karşınızdayım. Bir kusurum olur ise affola.  Zira acemiyim henüz^^ 


Kitap; Türk edebiyatının çok değerli yazarlarından biri olan Sabahattin Ali’nin, çok değerli eseri olan Kürk Mantolu Madonna. Okumadıysanız eğer, mutlaka bir yerlerden görmüş ve ya duymuşsunuzdur. Çünkü popüler kitaplardan birisi.  Bu ünü hak ediyor mu peki? Kesinlikle!

 Kitabın asıl konusunu Raif Bey’in defterinde yazanlar oluşturuyor. Zaten o defteri okuduğunuz an kitabın diğer kısımlarının pek bir önemi kalmıyor sizin için. Defterde yer alanlar sizi yeterince düşündürüyor zira.

Şayet bu kitabı okuyup da “Yeryüzünde gerçekten Raif Bey gibi biri var mıdır?” diye kendince sorular sormayan yoktur herhalde. Lakin, fikrimce Raif Bey’in Maria Puder’e olan aşkı yeryüzüne yakışmayacak kadar güzeldi:3 Belki yeryüzünde olsaydı, kitaptaki bir kahraman olmazdı. Kitaptaki bir kahraman olduğu için yeryüzünde olamazdı.

 Bunun dışında kitapta insan yaşamına ve karakterine yönelik çok yerinde tespitler vardı.  Okurken sürekli “Aaaa evet, çok haklı” demeniz olası bir durumdur. Şimdi kitaptan çizdiğim yerlerden  birkaç kısım paylaşarak yazıma son vereceğim:

“ Ondan ayrılmanın bana güç geleceğini biliyordum. Fakat bunun bu kadar korkunç, bu kadar acı olacağını tasavvur edememiştim.”

“İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.”

“Dünyada bir tek ona inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı.”                                 

"Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde ' Bu böyle olmayabilirdi.' düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır."

Bu yazıda, yazar kısaca kitabı mutlaka okuyun, okutun demek istemişti:)
Hoşça kalın~!

NOT: Aslında bu kitap yazarın okuduğum ikinci kitabı. İlk okuduğum Kuyucaklı Yusuf’tu. Kitap hakkında hatırladığım tek şey çok beğendiğim. Ama kitabı genel olarak hatırlayamadığım için tekrar okuyacağım. Çünkü 5 yıl önce okumuştum :D


20 Haziran 2015 Cumartesi

Ben geldim!

 Merhaba~!
Uzun zamandır aklımda olan blog yazma fikrini hayata geçirerek buralara gelmiş bulunmaktayım. Evet, uzun zamandır aklımda çünkü sürekli bahanelerimin arkasına saklanıyordum. Ama bahanelerim beni terkedince artık buralara gelmeliyim diye düşündüm ve geldim.
 Hım… Buraya ne yazacağım? Bunu gerçekten ben de merak ediyorum :D Beylik cümleler kuracağım diye bir iddam yok. Sadece yazacağım. Bunu kendim için yapacağım. Üşengeçliği bırakıp yazmak istiyorum ve umuyorum ki blogger sayesinde yaparım bunu.
 Tam ben bu düşüncelerle volta atıyorken, uzun zamandır uzaktan uzaktan takip ettiğim Nabrut Fıdıllıoğlu’nun çekiliş yaparak Header hediye ettiğini gördüm. Bu benim blog yazma fikrimi hızlandırdı. Teşekkürler Nabrut! Çekiliş konularında çok şanssızımdır ama denemekten bir şey kaybetmem sonunçta^^  Değil mi?
 Çaylak bloggerın ilk postunu okudunuz. Umarım Nunyoca’nın kar küresinden düşen kar tanelerini okurken iyi vakit geçirirsiniz~