Gecikmiş bir yazı ile
merhabalar~! Ben her zamanki gibi evden dışarı çıkmamaktan şikayet ediyordum
ki, arkadaşım Beyazıt’ta bir kitap fuarı olduğundan bahsetti bana. Ben de “Kitap fuarı mı? Aaa ne güzel, gidelim
hemen!” dedim doğal olarak. Çünkü arayıp da bulamadığım bir fırsattı bu. Madem
gidiyoruz imza günlerini araştırmalıydık tabii ki de! Üşengeç bir Nunyoca
sürekli erteleye erteleye de olsa sonunda etkinlik takvimine ulaştı ve baktığı
anda gözleri parladı. Çünkü Tarık Tufan söyleşisi vardı! Tabii ki de
kaçıramazdım, kaçırmadım da. Pek sevgili arkadaşımı da peşimden sürükleyerek
düştüm yollara. Söyleşi saat 18.00-19.00 arasındaydı ve imzanın da söyleşiden
sonra olacağını düşünüyordum. O vakte kadar fuardan alışverişimizi yaparız biz
de, dedik. Ta ki Tarık Tufan’ın Profil Yayınları standının önünde imza
verdiğini söyleyen anonsu duyana kadar.
Hemen oraya giderek sıraya girdik. Ve kitaplarımı imzalattım sonunda!! Yazar
imzalarken bir yandan da okurlarıyla sohbet ediyordu ve fotoğraf çekimi
taleplerini de reddetmiyordu. Sohbet esnasında yazara merak ettiğim bir soruyu
sordum: Neden Anna, dedim. “Başka bir isim değil de neden Anna?” Yazar güldü ve
bunun herhangi bir özel nedeni olmadığını, duruma göre öylesine geliştiğini
söyledi. Fotoğraf ve imza aldıktan sonra söyleşiyi beklemeye koyulduk…
Söyleşinin konusu “Edebiyat bize
ne eder?” idi. Evet, “Edebiyatın insan hayatına etkileri nelerdir?” değil,
“Edebiyat bize ne eder?”. Yani; bu
kadar roman, hikâye, şiir, öykü okuyor
ve yazıyoruz. Peki, bunun bize ne faydası var? Neden yazmak ve okumak ihtiyacı
duyuyoruz?
Bu soru hakkında neleri mesele etmemiz
gerektiğini öğretir, hayatımızı sürdürürken daha çok dikkatli oluruz ve olaylar
karşısında zihnimizde daha farklı şeyler canlanır, bizi hayatla yüzleştirir,
acılara dayanıklı hale getirir, bize yeni sorular sorabilme ihtimalini ortaya
çıkarı gibi cevaplar verdik. Ama konu biraz kapsamlı olduğundan farklı
şeylerden bahsederek de bu konuya gönderme yaptık.
Yazar kendisine sürekli “Neden
hep onlara bakıyorsun?” diye sorulduğundan bahsetti. Şayet daha önce Tarık
Tufan okuduysanız daha çok içe dönük kişilikleri ve hayatın gerçekçi, acıtan yanlarını
gözler önüne serdiğine hatta bununla yetinmeyip yaralarınıza tuz basarcasına
size acı çektirdiğine şahit olursunuz. Tufan bu konu hakkında “Çünkü onlara
bakıyorum, onlar dikkatimi çekiyor. Bu belki okuduklarımdan da kaynaklanıyor
olabilir. Dostoyevski, Kafka, Peyami Safa gibi yazarları okuyorum ve ister
istemez ben de onlar gibi yazıyorum” dedi ve sonradan gülerek “Tabii ki de
onlar gibi güzel yazmıyorum. Bir Dostoyevski, bir Kafka tabii ki de değilim. Sadece aynı
yöne bakıyoruz.” dedi :)
Edebiyatla meşgul olan insanların
birinin yüzüne baktığında herkes gibi sadece bakmayıp, aynı zamanda birçok şey
okuyabileceğinden bahsetti. Ayrıca buna kendi hayatından birkaç örnek verdi.
Pek bir ünlü Mevlana hikâyelerinden
olan Çinli ve Bizanslı ressamların hikâyesinden bahsetti ama hikâyeyi tam
olarak anımsayamadığından dolayı orada bulunan bir beyefendiden yardım aldı:) Edebiyatın da bu hikâyedeki parlatılmış duvar
gibi olduğunu, asıl olanı daha güzel yansıttığından bahsetti. Hikayeyi
bilmeyenler ve tekrar okumak isteyenler için tık tık..
Böyle bir konu hakkında
konuşmuşken günümüz sorunlarına değinmemek olmazdı. Günlük yaşantımızda büyük
etkisi olan reklamların birinde geçen “Bu devirde kim kime 20 lira verir?”
sloganını aslında “Bu devirde nasıl olur da kimse kimseye 20 lira vermez?”
olarak değiştirmemizi ve keza tüm iyilikleri “Kim kime” kalıbıyla hayatımızdan
uzaklaştırdığımız ve sonra da kaybettiğimiz gerçeğini belirterek bizi
vicdanımızla baş başa bıraktı. Çok da haklıydı. Aileler bile artık çocuklarına
“Kim kime” kalıbıyla nasihat etmeye başladı. Böylece, karşılık beklemeden sadece Allah rızası için
yapmamız gerekenlerden, iyilik yapmak fiilinden koşar adımlarla
uzaklaşıyoruz. Ve bir gün bunlara veda edeceğimiz korkusu aldı yüreğimi
gidiyor.
Takdir edersiniz ki günümüz
sorunları demişken sosyal medyaya değinmeden olmaz. Hepimiz görüyoruz gerek Instagramda, gerek başka sosyal mecralarda yığınla kitap
fotoğrafları dolaşıyor. “Peki, ortada gerçekten görüldüğü kadar okuma çabası
var mı?” Tufan bu soruyu sorarak tekrardan düşündürdü bizi. Cevap hayır. “Artık bu da gösterinin bir
parçasına dönüştü. Okumak, içimizde bizi buna muhtaç edecek bir yarayla
ilgilidir. Ama son günlerde kariyer planları arasına dahil oldu. Bir eylemin
sonucunu farklılaştıran şey niyettir ve niyet bizim bireysel olarak hakikate ulaşmamıza
imkan sağlar. “ dedi.
Ayrıca pragmatizme de değindik.
Pragmatizm; Amerikalı William James tarafından ortaya çıkarılan bir düşünce
biçimidir. Pragmatizmin temel ilkesi şudur: Bir şeyin değerini belirleyen şey,
onun ne işe yaradığıdır. Amerika hayatını bu düşünce üzerine kurar. Ve yazarın
da dediği gibi; bu düşüncenin Amerika’da ortaya çıkması da tevafuk değil. Temel
soru şudur: “Ne işe yarayacak?” Ama aslında önemli olan onun ne işe
yaradığından ziyade, onun bizde meydana getirdiği değişikliklerdir. Bizde bir
değişikliğe sebep oluyor mu, kalbimizi farklı bir hâle sokuyor mu… Dahası,
kalbimizi çarptırıyor mu? Asıl sorulması gereken sorular bunlardır.
Günümüzün ya da tabiri caizse
“modern zamanlar” ın diğer bir sorunu olan anlam kaybından konu açıldı. Tufan”
Basılan kitap sayısı artıyor ama ortada edebi eser yok. Konuşan insan sayısı
artıyor ama ortada bir fikir yok. İletişim kurabileceğimiz alanlar müthiş bir
hızla arttı ve artmaya devam da ediyor fakat tüm bunlar olurken anlamı
kaybediyoruz. Hakikat derdi ortadan kayboldu. İnsanlar kavga ediyorlar fakat
nedenini bilmiyorlar. Sadece nefret ediyorlar.” dedi. Haklıydı yazar. Keşke haklı olmasaydı.
Ve konu nereden açıldı pek
hatırlayamasam da Süleyman Çelebi’nin Mevlîd’inden bahsetti yazar. “Süleyman
Çelebi öyle bir şey yazmış ki, başka bir şey yazmasına gerek yok. Öyle bir şey
ki ne yapsak onu okuyoruz. Bir bebek dünyaya gözlerini açtığında, sünnetlerde,
düğünlerde, ölümlerde… Bu listeyi çoğaltabiliriz. Yani bizim en önemli anlarımıza
şahitlik etmiştir. Ben mevlîd gibi bir cümle kursam ikinci bir cümleyi asla
yazmam!” diyerek bir kez daha ne kadar harika bir eser olduğunu hatırlattı
bize.
Böylece bir saatlik bir söyleşide
bile bu kadar konuya değindik. Çok zevk aldım ve verimli buldum. Normalde
seminerlerde vs not tutma alışkanlığı olan ben, o gün not defterimi evde
unutmuştum! Oysaki evden çıkarken düşünmüştüm ne unuttum diye. Genellikle unutmamış olurdum ama o gün
unutmuştum işte. Neyse ki arkadaşım kurtardı beni. Böylece çok güzel notlar
alabildim. Notlarım yardımıyla yazdığım bu yazıyı sıkılmayın diye olabildiğince
kısa tutmaya çalıştım ama pek başaramadım sanırım:D Yazarken yazarın
söylediklerini ve benim -dayanamayarak- eklediğim düşüncelerimin ayırt
edilebilir olmasına dikkat ettim. İnşAllah öyle de olmuştur^^ Yorumlarınızı
bekliyorum:) Hoşça kalın~!